Edebiyatta ve özellikle de tiyatro edebiyatında tip ve karakter ayrımı vardır ya... Hani eserin prototipi veya personası tek bir karakter özelliğiyle öne çıkıyorsa o bir 'tip'tir, yok eğer her insan gibi çok boyutlu ve derinlikli bir kişilik çizilmişse 'karakter' olur.
Star sisteminin kendisini 20. yy da en çok dayattığı bir diğer alan ise pop müzikteki sahne sanatçıları olmuştur ki, beyazperdeden farklı olarak doğrudan halkın gözü önünde performanslarını göstermek zorunda oldukları için bu starlaştırılmış ve starlaşması arzu edilmiş ve buna ömrünü adamış şarkıcılar, giderek bir daha hiç çıkaramayacakları bir maskeye dönüşmüş ve bu maskenin ardında kendilerine ait ne varsa gizlemeye itilmişlerdir. Ne trajedi. Gerçek hayatlarında ne zaman kendileri olmaya kalkışsalar, ki sendeler ve şaşırırlar bu durumda, hayranları büyük hayal kırıklıklarına uğramışlardır. Ne siyasi görüş olarak, ne yaşam tarzı olarak hiçbir şeye hakları yoktur bunların. Kusursuz ve hatasız olmak zorundadırlar ve üstelik kime göre, neye göre 'perfect', ona sıra gelmez bile. Onlar sadece bir ışıltıdır ve sahnedeki spot ışıklarının altında herkesin kolay kolay yerine getiremeyeceği bir parlaklığı sağlamak zorundalardır. Elbette farklıdırlar, elbette yeteneklidirler ve elbette onları üstün kılan bir sesleri veya 'aura'ları vardır ama onlar bir 'tip' dir ve hep ama hep aynı rolü oynamak zorundadırlar. Tıpkı klasik sinemanın efsane starları gibi. Sistem bunu ister ve pazar bunu dayatır.
Ve bazen de çıkar birileri ve 'deli diyorlar bana, desinler değişemem' veya 'yanlışlarım da güzel' der ve bu oyunu oynamayı reddeder.
Billie Holiday çekip gitmekden ne kadar mutlu olacağını ve ardından kimsenin ağlamaması gerektiğini, ölümün onu sevgilisine kavuşturacağını haykırır 'Gloomy Sunday' de. Edith Piaf merhameti cennette arar 'heaven have mercy' de ve Amalia Rodriguez ise yaşadığı mahallenin yalnızlık koktuğunu ve insanın içini acıtan bir çığlıkla dolu olduğunu söyler 'Alfama'da. Türkçe söyleyen 'esmer kadın' ise bu yalnızlığı sessiz bir çığlık gibi vurmuş dışarı daha ilk şarkılarından itibaren. 'Bir mektup yazdım sana' veya 'beni benimle bırak' derken ve her gününün seneler sürdüğünü ve kafasının içerisinin öldüğünü söylerken. Her ne kadar 'melankoli' bestecisi son dizeyi kullanmayarak şiire ihanet etmiş olsa da, yorumcu bize her seferinde bir başka acıyla hissettirmiştir bu müthiş ifadedeki vazgeçiş ve kopuş halini.
'Ne Bir Dost Ne Bir Sevgili
Dünyadan Uzak Bir Deli
Beni Sarar Melankoli
Kafamın İçersi Ölür'
Elbette bu sözler ve bu müzikleri yazanlar başkalarıdır ama hiç kimse bu şarkıları yukarıdaki adları anılanlar kadar samimi ve yüreğimizin en derinlerine dokunarak söyleyememişlerdir. Yalnızlığı ve ölümü ağlamadan taşımışlardır hayatın en doğal bir parçası olarak. Çünkü onlar 'karakter'dirler ve kendilerine dayatılan ve pazarlanmak üzere kurgulanmış tek bir rolü kabul etmemişlerdir ne özel hayatlarında ne de sahnede. İçlerindeki binbir çeşit insan halini hem dışarı vurdukları her notaya yansıtmış ve hem de her şarkıdaki her hikayenin en gizli kalmış ayrıntılarını hissettirmişlerdir bize. Ne ele avuca sığmışlar, ne ulaşılmaz olanı oynamışlar ve ne de anlaşılmaz olmaya çalışmışlardır. Sevilmek hep sevilmek ve sürekli aşık olmak istemişlerdir. 'Kim demiş ki kadınlar anlaşılmaz' diye seslendiği zaman kendi yazdığı şarkısında gencecik bir kadındır İstanbul'lu esmer diva.
Bir maskeden öte, sahnede veya kamera önünde hep tek bir tiplemeyi oynamaya mahkum edilmiş starlardan öte bir kimliktedirler. Hep bir yolculuk ve hep bir kendi içlerindekini yeniden keşfediş durumudur bu. Ağlarken güler, oynarken küserler ve bu hep iç içedir tıpkı bir çocuk kırılganlığındaki birbirine dolambaçlı duygular gibi. Kimselerin de haberi olmaz çoğu zaman. Kendi içlerine dönüktürler ve bir o kadar da başkalarının acılarına hazırdırlar. O yüzden de ağıtları ve balladları kimse onlardan daha inandırıcı ve daha ürpertici söyleyemez. Gizli bir matemdir her dokunuşları.
'Beni kör kuyularda bıraktın' derken, bir bitişi ve bir yok oluşu sadece fısıldar gibi söylemiş ve irkiltebilmiştir bizi sesine yüklediği tortu ve ağırlıkla. O tınının kendisi ölümdür artık. Veya 'sen ressamsın, ya ben' diye haykırırken, insanın ölüm karşısındaki korkusunu ve ancak bir sanatçının sığınabildiğini düşündüğü ölümsüzlükten yoksun kalmanın sızısını dile getirmiştir tek bir dizeye yüklediği nefesle. Hesap sorar yüzlerce yılın iktidarından ve muktedir olandan, Türk cazının en güzel şarkılarından birinde, insan sesinin ulaşabileceği en yakıcı tonlarda.
'Gözlerime astılar seni
Ceylan'ım kör oldum ben
Ne vavan ne topu ne mermi
Senle vuruldum ben'
Ne yerleşik ahlak, ne de genel geçer normlar ve değerler ilgilendirir onları. Ya New York'da blues, ya Paris'te kaldırım serçesi, ya da yalnızlık kokan sokakların fadosudurlar veya içine Tamburi Cemil Bey'in hüznü sızmış eski İstanbul'dan kalma Yeşilçam çingenesidirler sahnede.
Asaletleri maskelerinde değil hayata şaka gibi doğuşlarında, kalp ağrılarının gizlendiği kahkahalarında ve her daim isyanlarındadır bu divaların. Soyludurlar 'yaşamdan çok ölüme yakın' oldukları için ve biz uyurken 'insanların korkunç öykülerini' bu denli sarsıcı anlatabildikleri için. Bütün ölümsüz sanatçılar gibi.
LEVENT K
leventinsoho@hotmail.com
melis aydin nükhet abla seni çok seviyorum çok güzelsin
YanıtlaSil