31 Ağustos 2014 Pazar

Nükhet Duru: Ben şarkı seslendirmem ben şarkı olurum

30 yıl aradan sonra Timur Selçuk'la birlikte 'Bizim Şarkılarımız' konserlerine yeniden başlayan Türkçe popun dev ismi Nükhet Duru, "İnsanlar geldiğinde koşulsuz sevgiyi ve saygıyı hissediyorlar. Bu da çok az kaldı günümüzde. Duygular ucuzlayınca, aşklar gündeliğe kaçınca eser de çıkmıyor. Çünkü sanat seri aşk ile çıkar. Derin duygularla çıkar" diyor.


Ben sizin MS hastalığı geçirdiğini bilmiyordum.

Ben biliyorsun hep şahane şeylerden söz etmeyi tercih ederim. Çöküşlerim veya üzüntülerim, bunları çaktırmamaya çalışırım.


Bu yıldız olmanın gereği mi yoksa gerçekten hayatın içinde de öyle misiniz?

Hayat içinde de öyle bir kadınım, çünkü herkes o tür şeylerle prim yapmayı öğrendi. Daha fazla sevdirmeyi, daha fazla şefkat görmeyi amaçlayarak farklı sunumlar olabiliyor. Şimdiki geçiren arkadaşım (Serdar Ortaç) için söylemiyorum. Onu hemen aradım ben. Ve dedim, “Ben yendiysem sen kesinlikle bu süreci atlatırsın.” Aslında geçirdiğim şeyin ne kadar ciddi bir şey olduğunu bilseydim, belki kurtulamayabilirdim o zaman, çünkü tam teşhis konulmamıştı. Yani hastalığın adı bilinmiyordu Türkiye’de. Bu insanın tamamen kötü duygusal birikimlerinin küçük beyne yerleşip sinir ve hormon dengesini bozması. Tamamen bu yüzden.


Yani psikolojik bir şey?

Hastalık tamamen psikolojik bir şey. Buna inanıyorum. Ve mutlaka şimdiden hastalığı çok taze olan Serdar’ın geçirdiği şeyinde çok yüklenmesinden ve çok zan altında kalmasından neredeyse 10 küsur yıldır, tahkir edilmesinden ve onu biriktirmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü çok başarılı bir çocukken başarısının tadına varamadı.


Nükhet Hanım, çok uzun yıllardır yıldızsınız. Yıldız olarak ayakta kalmak çok mu zor bir şey?

Ben tamamen yeteneğim ve şarkı söyleme farklılığım sayesinde ayakta kaldım. Ne bir strateji ne de taktik uyguladım. Çünkü umurumda değildi. Çok sevmiş olduğum bir şey yaparak çalışıyor göründüm. Üstüne bir de para kazandım. Ya bundan daha şahane bir şey olamaz. Bir bankacı olsaydım böyle mutlu yaşar mıydım? Hayır. Yeterince alkış, yeterince başarı, yeterince şefkat, bir kadın olarak beğeni… Her şeyi aldım. Bu sebeple kendimle barışık bir kadınım.


Hani anlatırlar ya gazino döneminde, orada tutunmak çok zordur, orası aslında bir gayya kuyusudur, orada ki entrikalara dayanmak çok zordur diye…

Ben bütün bunların hepsini serinkanlılıkla atlattım. Başarılı olduktan sonra ve tabi ki beğenildikten sonra, ben daha bir şey söylemeden olmam gereken yer belirlenmişti. Ve Türkiye’deki tek örneneyim. Birinci kız çıkıp sonra sonuncu solist çıkmak…


Ben sizi Çakıl’da sizin solist olarak çıktığınızı hatırlıyorum.

Aynı Çakıl’da da ilk kız olarak çıkardım.


Ne garip bir duygu, değil mi?

Bunu yaşadığım için çok mutlu hissediyorum kendimi çünkü ben sahnenin okulunda büyüdüm. Orada deneyerek, yanılarak, görerek, bir daha baştan alarak her gece bunları yapabilme imkânımız vardı. Şimdi çok üzülüyorum gençlere. Hani ayda yılda bir konser olacak da kendini sınayacak. Çünkü bizim işimizde en önemli şey kendini sınayabilmek ve iyisini arayarak bulabilmek.


Müzik sektörü çok değişti mi?

Hep çalkantılıydı. Türkiye’de pek fazla değişmedi. Teknoloji öne geçti, duygular geriye gitti. Ama dünyada da bu görülüyor. Duygular ucuzlayınca, aşklar gündeliğe kaçınca eser de çıkmıyor. Çünkü sanat seri aşk ile çıkar. Derin duygularla çıkar. Bu yüzden sadece daha teknolojik başarılara teslim olduk. Dışardaki tek değişiklik klasik müzikleri, yeni klasikleri göz ardı etmiyorlar. Hepsini bir arada alabiliyorlar. Bizde zaman zaman bir tek şey çıkıyor ve herkes onu yapıyor. Böylelikle birbirlerinin çalınmışı oluyorlar. Gündelik sözleri basitçe şarkılar yapılıyor.


Ama tutuyor da…

Tutuyor ama üç ay. Dördüncü ay kimse hatırlamıyor. 30 yıl tutan şarkı şarkıdır hayatım. ‘My Way’ ve Melankoli’ gibi…


‘Ben Yine Sana Vurgunum’ gibi.

Bunlar şarkıdır. Öbürü şarkı değil sadece bir şey. Bir şeyler eğlendiriyor. Eğlence müziği ile sanat müziği çok ayrı bir yol.


Siz dışardan algı olarak çok süslü, kokoş bir kadınsınız. Ben sizinle bir seneye yakın sabah programı yaptım ve sizi hiç makyajsız görmedim.

Makyaj benim saklandığım bir nokta. Oğlum bazen, “Anneciğim lütfen makyajsız çık” diyor. Makyaj olunca benim gerçek kişiliğimi dinlendirebiliyorum.


Zor değil mi böyle?

Zor tabi. Çok emek istiyor ama seviyorum süslenmeyi, bakımlı olmayı. Aniden mesela eve gelsen beni öyle makyajsız göremezsin.


Hep bakımlısınız.

Ee aynaya bakıyorum ayol!


O gün kimsenin gelmeyeceğini bilseniz bile bir şeyler yaparsınız...

Bir kalem çeker, bir ruj sürer ve bir allık sürerim. Belki de kendimi ifade etme biçimim dış görüntüm. Sonuçta bizlerde sizlerin bilmediği üzüntüler, sıkıntılar yaşıyoruz ama ben kendimi sizleri buna ortak etme hakkını kendimde bulmuyorum.


Bu Cumhurbaşkanlığı Vizyon Toplantısı’na çağrıldınız. İlk sizin adınız çıktı Nükhet Duru gidecek diye. Sonra da ilk açıklama siz yaptınız “Biz gitmeyeceğiz” diye. Bu nerden çıktı? Gidecek lafı sonrası sosyal medyada süründünüz, sonra açıklamayı yapınca kahraman oldunuz.

Ben tatilimi yarıda kesip politika konuşması dinlemeye gelemezdim. Yalnız bunu son derece politik olarak algılayıp bize bunu nasıl yaparsın anlayışını hiç sevmiyorum. Ben sadece ülkemin geleceği için güzel şeyler istiyorum. Çünkü sebepleri ve sonuçları en ince ayrıntısına kadar bilirsek yorum yapabiliriz. Ne tavrım var, ne de kayıtsızım. Güzel günler istiyorum ülkem için. Ben biliyorum ki değişmeyeceğim. Bugüne kadar kaç tane cumhurbaşkanı, başbakan veya kültür Bakanı gördüm. 40 yıl yakın bir zamandır ben aynı şekilde duruyorum ama onlar hatırlanmıyorlar. “Eski bakan” diye bahsediliyor ama benden “Eski şarkıcı” diye bahsedilmiyor. Çünkü ben üretiyorum. Bu yüzden tarih bize herkesin zaman içinde ne olduğunu gösterecek. O zaman konuşacak bir şeyim olabilir. 3-4 yaşındayıdım, konuşmaları şöyle böyle hatırlıyorum. Babam, “Ülke batıyor” derdi ama ülke halen ayakta.


İstanbul’a yapılan kuleler, uzun inşaatlar…

Hiç hoşlanmıyorum, çünkü onun bir bölümde olması lazım. Parisli aptal mı? O güzelim binaları yıksın öyle binalar diksin. Dünyanın en güzel müzelerinden biri İstanbul aslında ama artık, “Burada şu yoktu, buraya neden bunu yaptılar, dikitiler” diyorum. Çirkin bir yapıyı yıkmaya varım. Güzel ve düşünülerek, sanat eseri gibi yapılan bir binanın yerine AVM yapılmasına yokum. Bir doğru dürüst konser salonu olsun. Zorlu (PSM) çok güzel ama çok pahalı. Halkın da gideceği, sevdiği sanatçıları dinleyebileceği, kendi becerilerini gösterebileceği bir yerler olmalı. Sanatsız bir millet mutlu olamaz. Her şey bizi vuruyor.


Bütün sanatçılar son zamanlarda aynı şeyden şikâyetçi?

Bozuluyoruz. Biz aç susuz kalmıyoruz ama bu işin emekçileri var. Orkestra var, tesisat var, organizatör var, mekân kiracısı var. Yani bütün egolardan arındığı zaman insan benim yaşımda ve benim kıdemimde etrafını düşünüyor, çocuklar doysun, kazansın diye...


Gökhan Türkmen de aynı şeyi söyledi. “Biz eğlence değil sesimizle sanat yapıyoruz” dedi.

Elbette. Çokta beğeniyorum Gökhan’ı


Timur Bey’le (Selçuk) birlikteliğiniz çok şatafatlı oldu. Galiba yıllar önce ben Şan Tiyatrosu’nda seyrettiğimi hatırlıyorum. Ben bunu hep şöyle yorumladım. Aslında insanların sahneden hep muhalif bir duruşa ihtiyacı var ve bu bugüne kadar gösterilmedi. Timur Bey ile birlikteliğiniz kitlelerin içindeki muhalif duyguyu coşturdu.

Öyle oldu. Benim mesleki anlamda kendimi fark ettiğimden günden itibaren savunduğum tek şey hümanizmdi. İnsan olmak, insana saygı duymak, yaratanın yarattığı her şeye saygı duymaktı. Hümanist ile aynı zamanda muhalif birisi çok uyumluydu. Bir de benim ilk hocam. İkincisi, insanlar geldiklerinde koşulsuz sevgiyi ve saygıyı hissediyorlar. Bu da çok az kaldı günümüzde. Ben mesela, “Onun sırası değiştirelim” dediğim zaman o her şeye “Hayır” diyen adam, “Vardır senin bildiğin bir şey, tamam” diyordu. Biliyor çünkü ben onu her şekilde korurum, kollarım, iyi olmasını isterim. Başım döndüğü zamanda bile bana bakışıklarıyla, sözleriyle flört ederdi. Biz birbirimize iyi gelen karakterleriz, ki hocam cidden zor mizaçlı bir insandır. Neden? Çünkü çok önemli bir sanatçı ve bu yüzden kırılgan. İnsan şefkate doyduğu zaman sakinleşir. Ben bu şefkati bir şekilde kendi kendime inşa ettim. Şarkı söylediğim zaman bütün sıkıntılarımdan arınıyorum, çünkü yükümü atıyorum üzerimden. Ağlıyorum, gülüyorum, seviniyorum, baştan çıkarıcı oluyorum… Bütün bunları yaşayınca mutlu mesut bebek gibi bir kız gidiyor eve. Bir de yaşanmamış bir çocukluk, genç kızlık durumu var. Onlar da içimin bir tarafında duruyor. Bazen biri çıkıyor, bazen diğeri ama çıkıyor. O kontrolsüz gibi görünen neşemle onlardan biri çıkıyor. Ben de onlara çok mani olmuyorum artık.


Oğlunuz da neşenizi kontrolsüz bulur mu acaba? İşte, “Anne yapma şöyle” diye...

Yok yapmaz, tam tersi beni sakin gördüğü zaman paniğe kapılır! Şimdi oğlum beni öpücük manyağına çevirdi. Artık, “Cem düş yakamdan” diyorum. Sonra bana, “Nasılmış, nasılmış” diyor.


Siz çok sakarmışsınız.

Kim söyledi? Evet öyleyim.


Çok şaşırdım duyunca. Çünkü ufacık, düz sahnede böyle hiç kimseye değmeyen, ufacık-tepecik birisiyken kocaman salonda iki vazo kırıyormuşsunuz...

Sahneden inince işte öyleyim. Sahnedeki ben çok ama çok farklıyım. Öyleyim ama bu biraz MS hastalığıyla ilgili. Düz çizgi yürüyemem. Ben sahneden inince davranış bozukluğu gösteriyorum. Bir tek orada doğruyum. Orada büyüdüğüm için herhalde.


Sizin için “Sahnesi çok iyi” derler. Bu tam olarak ne demek?

Seviyorsan iyidir, sevmiyorsan yapamazsın. Bütün duygularımı yaşayıp orada tatmin oluyorum. Bu da zaten seyirciye geçiyor. Benim şişirip indiğim sahne olmaz. Ben ne yapar ne eder söküp alırım alkışımı. Doğam öyle gelişti.


Hani derler, “Japon seyirci toplanmış buraya” diye. Siz o zaman sinir oluyorsunuzdur öyle bir şey olduğunda.

Ben o Japonları Türk’e döndürürüm canım!


Çok büyük bir emek bu ama.

Tabii. Ben bunu böyle öğrendim. Salim Dündar’dan öğrendim. Çok büyük bir hocaydı. Bana, “Alkış almadan inemezsin” derdi. “Alkış alamazsam” dediğimde, “Alacaksın, istersen amuda kak” derdi.


Ben hep sanatçılar birbirlerini çok kıskanır zannederdim.

Kıskanma vardır ama rekabetle iyiye gitme amacıyla. Biz her zaman rekabet halindeydik ama birbirimizi kırmadık. Kalp çizmedik. Sadece daha iyi elbise, daha iyi şarkı, daha iyi bir durum ve konum için çalıştık. Kimse kimsenin ekmeğiyle oynamadı. Kimse kimsenin kocasına göz dikmedi. Kimse kimsenin arkasında konuşmadı. ‘Üç yapraklı yonca’ için konuşuyorum. Nilüfer, Sezen ve ben olarak bugün bu yaşlarımızda birbirimize kardeş gibi sarılıyorsak bu duygularda büyüdüğümüz için. Ama mesela Nilüfer bir şarkı okuduğunda Sezen, “Çabuk gel, çabuk gel. Çok fenayım. Bak dinle, ne olacak bu” diye ağlamaya başlardı. ‘Böyle Ayrılık Olmaz’ şarkısını dinlediğimiz zaman, “Ne yapacağız, şarkı yapmamız lazım. Söyle, bağır, otur” derdik. Böyleydi bizim kıskançlığımız. Arkadan çekiştirme yoktu yani.


Ajda o üçlünün içine girmiyor mu?

Bizim için genellikle ‘Dört yapraklı yonca’ derlerdi, çünkü biz ona yetiştik ve çok güzel dönemler geçirdik. Hem gazino hem konser dönemi. Ama bizden bir nesil önce, biz ona öykünerek başladık. Yani Nilüfer okuldaydı, ben okul yaşında sahnedeydim. Ee Sezen İzmir’deydi, okuldaydı. O Ajda taklit ederek başladı. Ben okuldayken saçlarımı sapsarı yaptım acaba benzer mi diye ama sonucta korkunç bir şey oldum! O yüzden o bizim öncümüz. Ona aşk ve saygıyla bağlıyız.


Algıda herkes aynı dönemdeymiş gibi geliyor insana?

Ee çünkü biz gittikten sonrada Ajda devam edecek. Ajda her dönem Ajda. Ona bir şey olmaz. O en büyük kurum Türkiye’de, ne Koç ne de Sabancı. Ajda çok tatlı bir kadın. Mesela bana, “Sen pop söylüyorsun. Kendini topla biraz. Çok klasik giyiniyorsun” dedi. Sonra ben de, “Ee klasik söylüyorum” dedim. Bana, “Hmm evet, evet” demez mi? (Gülüyor) Bir keresinde de Ajda, Hande Yener’le ilgili Sezen’in kulağına eğilip, “Biz bunun da jübilesine gideriz, değil mi?” demişti! (Gülüyor)


Bugüne kadar “Keşke şunu yapmasaydım” dediğiniz bir iş oldu mu?

Hayır. Çok yanlış kararlar verdim ama olmalıymış diye de düşündüm. Çünkü o keşke adamı öldürür. Olmalıymış. Yazılıymış. İnsanlar planlar yapar kader de onlara karşıdan güler! Ben buna inanıyorum. O kadar istemediğim şeylerle karşılaştım ki. Bir kader, bir yazgı var. Yanlışı yaşaman gerekiyor ki gelen diğer iyi seçeneği bir dahaki sefer reddetmeyesin. Bu yüzden keşke diyerek kendimi ufalamadım.


Siz de eli maşalı solistlerden biri miydiniz?

Hiç. Liste asmadım. İlk başından gelmiş biri olarak çok utandım öyle bir şeyden. Zaten her zaman repertuvarım acayip olduğundan kimse okuduğum şarkıları okumazdı. Benim şarkılarıma da çok zor cover yapılır. O kadar yapışmış ki hücrelerime. Onu oradan söküp kendine bağlayabilecek çok az yetenek var söylemesi ayıp. Çünkü okuduğum şarkının kendisi oluyorum. Ben şarkı seslendirmem, ben şarkı olurum. Yorumcu amblemi Türkiye’de benimle oturdu.


Yeni yetişenleri nasıl buluyorsunuz Türkiye’de?

Çok çok iyi buluyorum.


En iyi kim sizce?

Sıla’ya bayılıyorum, modern aydınlık bir Cumhuriyet kadını ve emek veriyor. Ceylan Ertemi dinledim. Çok beğendim. Ne dediğini biliyor. Neden bahsettiğini biliyor. Bugün en büyük eksik şarkıyı söylerken ne dediğini düşünmeden söylüyorlar. Cem Adrianı da çok özel buluyorum.


Şarkı sözleri ona müsait değil? ‘Ben Yine Sana Vurgunum’ demek başka, ‘bıttırı bıttırı bıttırı’ demek başka! Arada çok fark var.

Var tabi. O şarkılar inan 3 veya 6 ay dayanıyor. Bir şarkıyı 6 ayda yapıp kaydetmek mi ticarettir yoksa 35 yıldır aynı şarkıyla alkış alıp konser doldurmak mı ticarettir?


Sizinki uzun vadeli yatırım.

Bana gençlere ne tavsiye ettiğimi soruyorlar? “Kendilerine ve sanatlarına yatırım yapsınlar” diyorum. Bu bir sanat olarak görmeleri gerekiyor. Eğer ben bir tane şarkı yapıp onu satayım sonra kendime bir jip alayım diye bakarlarsa… Ben yıllarca eve para götüremedim. Yani geçineceğim kadar para kalıyordu, çünkü özel orkestra kurdum. Derdimi anlatabilmem benim orkestramla mümkün oldu. 2 bin 500 lira alırdım, geriye kalan 250 lirayla bir de tesisat alırdım. Çünkü sesimin iyi duyulmasını isterdim.


Eskiden şarkıcı hangi partiye oy attığını, hangi takımı tuttuğunu söylemezdi. Sanatçılar da giderek politize olmaya başladı. Bu doğru bir şey mi yoksa yalnız bir şey mi?

Bence şahsiyetlerini bulmaya başladılar. Politize olmak değil. Eğer ben Galatasaray’ı tutuyorsam ve bunu herkes biliyorsa, Fenerbahçe’yi tutuyorum diyemem. Ama Fenerbahçe olmadan Beşiktaş olmaz. Beşiktaş olmadan Galatasaray olmaz. İnsanlar gruplaşıp kavga etme derdinde. Bu bir spor, bu bir medeniyet.


Ama bu durum oy verme meselesi için de geçerli. Eskiden insanlar saklarlardı. Rengini belli etmek bir şey haline döndü artık.

Her şey bir moda. Ama çok yozlaştı duygular, davranışlar. Ben yine gizli olmasından yanayım. Eskiler, “İbadet de kabahat de gizli” derdi. Ben kimi seviyorsam onu biliyorum. Birbirimizin savlarını dinleyelim ama bu farklılıklar yüzünden kavga etmek… Sadece komiklik yani.


Başladığımız yere bence geri döndük.

Hiç sanmıyorum. Ben böyle medeniyetsiz insanlar görmedim küçüklüğümden beri. Ecevit ve Demirel birbirleriyle çok kavga ederlerdi ama ellerini sıkarlardı. Birbirlerini görmeden geçmezlerdi ama şimdi geçiyorlar. Ayakkabı fırlatmak istiyor mesela. Çok aşırı. Kadın hakları tamam ama...


Şiddete karşı konuşacaksın ama ayakkabı fırlatacaksın. Olacak şey değil.

Çok mu ateşli bir milletiz? Memleket için iyi şeyler istiyorum. Gençler için iyi şeyler istiyorum. Rahat okudukları ve okuduktan sonra iş bulabilmelerini istiyorum.


İş kısmı karışık ama.

Çok, çok, çok...

Armağan Çağlayan - Radikal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder